<$BlogItemBody$>
O akşam,yorgun argın işimden evime geri dönüdüğümde,yapmak istediğim farklı bir şeyler olduğunu fark ettim.Yorucu olmayan ama hoş şeyler...Odama kapanıp,dolabımın üzerindeki büyük kutuyu aşağıya indirdim.Üzerindeki tozu dikkate alırken,aynadaki ifademe gözüm ilişti,gülümsüyordum.Niye mi? O kutuda okul yaşantımdan pekçok hatıralarım,anılarım saklıydı.Günlüklerim,hatıra defterim, mektuplar, ders aralarında yazılan notlar özel bazı insanlardan gelen birkaç hikaye,fotoğraflar...
Günlüklerimi okumaya başlayınca, bir kişi geldi gözlerimin önüne. Çok sevdiğim, yazık ki dostça sürdüremediğimiz, fakat dostça ayrıldığımız bir ilişkiyi paylaştığım, dünya tatlısı bir bey...
Bir kolye...Takmaya bile kıyamayacağım kadar güzel.Çok özlediğimim fark ettim onun dostluğunu. İşte ben böyleyim. Ne zaman birini özlediğimi anımsasam, bir daha hiç bırakmamacasına ona sımsıkı sarılmak isterim. Birisiyle kavgalıyken de hep özür diler, hatanın büyük bölümünün bende olmadığını bilsem bile, insanları kırmaktansa tüm suçu üstlenmeyi göze alırım.
Fakat çok sevdiklerimin 'gerektiğinden çok fazla iyi'olduğumu söyleyip bunu doğrulayan olaylara incindiğimde,isyan etmek isterim. Bu isyan duygusu içimi kapladığında bile, neyin doğru olduğu konusunda devamlı sorgularım kendimi.
Yıllar önceki konuşmamıza göre biz artık arkadaş dahi değildik ama, dedim ya ben birisini özledim mi, kızdım mı kendime küskünlüğümden dolayı, kanlı bıçaklı olsak, dayak yiyeceğimi bilsem bile, hiç gocunmadan onun ayağına kadar giderim.
Önemli olan kaplerin daha fazla kırılmaması; zararın neresinden dönülse kardır. Sonra saatin geç olduğunu fark edince, içimdeki tüm heyecanı bastırmaya çalışarak, ertesi güne erteledim.
Ertesi gün işyerimden telefonun tuşlarına dokunurken, ne kadar tanıdık olduklarını düşündüm. Çıkan annesiydi. Cevabı almak için soruyu yöneltmeye fırsat kalmadan annesi, 'Onu 1 yıl önce trafik kazasında kaybettik' dedi.
Kulaklarım uğuldamaya başlamıştı.Duyduklarım doğru olamazdı. Tepki veremiyordum. Sonrasında konuştuklarımızı pek net hatırlayamıyorum. Tek hatırladığım, göğüs kafesime aniden bastıran büyük bir ağırlık ve tamamen kontrolüm dışında sürekli akan gözyaşlarımdı. Sonrasında kabristanına ziyarete giderken, bir buket beyaz papatya aldım.B u onun değil, benim en çok sevdiğim çiçekti. O tüm çiçekleri severdi tıpkı tüm insanları sevdiği gibi...
Mezarının başına geldiğimde aklımdan geçenler, ilk ayrıldığımızda hep hayalini kurduklarımdı...
Kapımda önce bir buket papatya belirir, sonra o başını uzatıp sımsıcacık bir gülümsemeyle yepyeni bir yaşantı açardı yaşantıma. Ama gerçekler çoğu kez olduğu gibi bu güzel düşlerden çok ama çok uzaktı. O bir buket papatya benim elimdeydi ve ben onun kapısından o çiçekleri uzatmak için gecikmiştim. O zamanlar anladım ki, ilk kez birinden özür dilemek, onun kalbini geri kazanmak için artık çok geçti.
Elimde papatyalarla durduğum o dakikalarda,karşımdaki yalnızca mermerin çerçevelediği bir avuç topraktan ibaretti. Kendime engel olamıyor devamlı ağlıyor ve suçluluk duyuyordum.
Arkamdan gelen ayak sesleriyle biraz toparlanmaya çalıştım. İşte onlarda buraya geliyorlardı. Oldukça hoş bir genç bayan ve yanında 3 yaşlarında dünya tatlısı bir kız çocuğuydu gelenler.
Bayanla konuşunca eşi olduğunu öğrendim, yanındakinin de biricik kızı. Bense ismimi vermeden ölümünü haber alamayan, çok iyiliğinin dokunduğu, liseden bir arkadaşı olarak tanıttım kendimi. Sanırım onunda aklına gelmedi adımı sormak. Az sonra daha fazla dayanamayacağımı düşünerek, arkamı dönüp yürümeye başladım.
Bayan dönüp 'PINAR' diye seslendi. Arkamı döndüm. Yüzüme bakıyordu:
- "Sanırım sizin adınız da Pınar?"
Başımla onaylarcasına bir işaret yaptım. "Kızımın adı da Pınar da" dedi küçük kıza yönelerek.
- "Eşim bu adı çok severdi.Sizi gördüğüm an fark ettim, eşimin bu ismi bu denli sevmesini sağlayan kişinin siz olduğunuzu..."
O an anladım ki geç kalınmış hiç bir şey yoktu. Biz onca yıl ayrı kalmıştık ama, birbirimize verdiğimiz değer ve dostluğumuzun kuvveti hep içimizde var olmuştu...