<$BlogItemBody$>
Hırçındı... O kadar hırçındı ki üstelik, iyice saçmalamaya başlamıştı yine. Ağzına her geleni söylüyor, olmayacak lâflar ediyordu. Aslında, diğer zamanlarda böyle değildi. Niye uğrardı delilik kapısına? Nedeni önemli mi? Uğrardı işte! Ve o hiç sormazdı kendine, dellenişinin hesabını. Doyasıya yaşar deliliği ve sonra aniden, sükûnete ve huzura erdiğini hissederdi.Elbet her dalga, bir sahile vururdu başını. Ya o? O kime vuracaktı deli başını? Kim çekerdi ki nazını? Kim çekerdi saçmalıklarını? Kim? Dosttan başka.......
Kimse alışkın değildi onun tuhaflaşmasına. İnsanlar onu hep, sığındıkları sakin ve sessiz bir liman olarak tanır ve onun bu dalgalı, fırtınalı hâlini hayal bile edemezlerdi. Hayır! Onlara bir şey söyleyemezdi. Dinlemesine alışkındı herkes... Bir dağ kadar heybetli, bir ana kadar şefkatli ve bir derviş kadar sabırlı dinlerdi.... Kendinden büyük niceleri gelip akıl danışır, o, kendine yetmeyen aklıyla başkalarına ilaçlar sunar ve başkaları da nedense, ferahlayıverirlerdi.
Herkes, çok sevdiğini söylerdi ona. Dostu hariç herkes......
- Sen olmasan kimle paylaşırdım bu sırları! Allah senden razı olsun, rahatlayıverdim seninle konuşunca...
- Seni Allah mı gönderdi? İyi ki de geldin be! Sıkıntıdan patlayacak gibiydim...
- Kahvaltıya gelir misin? Seninle dertleşmeye ihtiyacım var...
- Biliyordum senden başkasının ilaç olmayacağını...
- Daha sık gel ne olur! Geciktirme... Açma arayı....
- Unuttun beni yine... Papucumuz dama atıldı artık....
Hasılı, bu ve benzeri nice söz duyardı tanıdığı insanlardan. Fakat nedense, sevgi sözlerini kendisinden esirgemeyen bu insanların hepsi, kendi sıkıntıları olduğunda arar, bir defa bile, bir derdin var mı diye sormazlardı. Herkes, onun asla bir problemi olamayacağına inanmıştı. O, komşularının,hâline imrendiği, yaşantısına özendiği, hatta kıskandığı biriydi. Nedendir bilinmez, ona apayrı bir rol biçmişti insanlar. O, bir melek kadar huzurlu olmalıydı...
Sadece bir defa dertlenmişti bir akrabası:
- Sen kapalı bir kutu gibisin... Bu güne kadar bir defacık bile bir derdini anlattığını, sır verdiğini duyamadık.
O, bu tespiti gülümseyerek karşılamış ve:
- Dert mi? O da ne? Allah’a şükür! Benim derdim filan yok... Dert kim, ben kim...
Deyip geçiştirmişti. Anlayacağınız, o da kendisine biçilen rolü kabullenmiş gibiydi ve gamsız, tasasız görünmeyi sever olmuştu.
Oysa, hayır işte, delice bunaldığını hissediyor, içindeki sarsıntıyı nasıl durduracağını bilemiyor, dışı ıssız ve sessizken, içi alabildiğine haykırıyor, çığlık çığlığa ordan oraya koşturuyordu.
İşte, yine deli bir dalga gibi kabardığını, kendini nerelere vuracağını şaşırdığını hissediyordu derinden.
Yine kimsenin haberi yoktu, yine herkes aynı duygularla onu arayıp buluyor, dert yanıyordu şurdan burdan... Yine gizli gizli çekiyordu sıkıntısını... Yalnızca karşı komşusunun kızı bir şeyler sezer gibi oluyor, ama bir türlü çözemiyordu onun ruh hâlini... Hasta gibisin, diyordu...
Bu tahminlere de gülüp geçiyor bizimki ve "Olur böyle şeyler... geçer gider." deyip, konuyu değiştiriyordu. Alışmıştı anlatmamaya.....
Sahilsiz bir dalga gibiydi onca sevgi gösterisi arasında. Halbuki, sevilen insanın, sığınacağı bir yerler olmalıydı. Ama, en yakınları, hatta eşi ve ana-babası bile, nasılsın diye sorarken, ondan "iyiyim, elhamdülillah" demesini bekler gibiydiler. Kimse bir sorun dinlemek, ya da birinin sıkıntılarıyla kafasını yormak istemiyordu.
O’na açardı kalbini. Zaten O, kendisi anlatmadan da bütün sırlarını ve sıkıntılarını çok iyi bilir, bir kolaylık lutfederdi. O, yaratandı zira... Yarattığını tanır, görür ve severdi... Üstelik, hiç sözünü kesmez, sessizce dinlerdi onu. Akıl vermez, "Bunda kafana takacak ne var" demez, yargılamadan, yorumlamadan, suçlamadan ve bıkmadan dinlerdi. O, sevdiğini de söylemezdi belki ama, gerçek bir sevgili gibi sarar, korur, bağrına basardı onu. Üstelik, sır vermezdi kimseye... Güvenilirdi.
Ve işte dellendiği, bunaldığı ve iyice hırçınlaştığı bu gün, kendi gibi sessiz, kendi gibi sabırlı, kendi gibi sır vermeyen bir dost nasip etmişti ona, paylaşması, rahatlaması için... Benzerliğe bakın ki, bu sırdaş da sevdiğini söylemiyor, ama tüm diğerlerinden daha büyük bir sabır ve şefkatle dinliyordu onu.
Anlattı... İpe sapa gelmez sözler etti. Karmakarışık ruh halini, abuk-subuk cümleler şeklinde yansıttı dışına. Dost, dinledi, dinledi, dinledi...
Dinlenmeye değil de, dinlemeye alışkın olan bizimki, deliliğinin tadını çıkarttığı gibi, dinlenmenin de tadına varmak istercesine zorladı muhatabını.
- Sen deli misin! Ne diye benim zırvalarımı dinleyip duruyorsun! Ben yüküm! At, kurtul benden! Başka işin yok mu senin! Ne diye benimle vakit öldürüyorsun! Ben böyleyim! Bir ânım bir ânımı tutmaz! Aklın varsa, sustur beni! Bir kerecik sus desen, bir daha hiç konuşmam! Bana karşı bu kadar sabırlı ve müsâmahakâr olmak zorunda değilsin! Saçmalıklarımı dinlemek zorunda hiç değilsin! Kov beni! Tersle! Hadi!
Bir dem geldi ki, bu sözlerden bunarlı gibi oldu dost...
- Yapacağım işin söylenmesinden nefret ederim! Ne istiyorsun! Kovulmak mı! Kovacağım, bu da senin bahanen olacak öyle mi! Kolayını mı istiyorsun!?
Bizimki gülümsedi... Zira, nazının geçeceğine inanmıştı ve bu dostu sevmişti. Dedi ki:
- İstediğim bir şey yok... Beni kovmayacağını hissettiğim için, rahatça meydan okuyorum sana... Ukalâlık ediyorum... Şımarıyorum..... Dilerim yarın mahşerde, sen de O’nu, sana karşı kucaklayıcı bulasın...
Şükretti...
Kapısından kimseleri kovmayan Rahmân’a, yalvardı...
Yine herkesten gizli, yine kimseler bilmeden, yine için için.............
Dost’a yalvardı dost için...........